EKOSİNEMA

Ortadoğu Sinemasında Ekolojik Krizin Yansıması: Eko-Distopyalar

Yazan: Sezen Kayhan

 

Distopyalar, toplumun olası karanlık geleceğini sergileyerek yaratıldıkları dönemin endişelerini ve sosyo-politik atmosferini yansıtır. Distopyanın bir alt türü olan ekolojik distopya, gelecekte yaşanabilecek çevresel ve ekolojik felaketlere odaklanır. Sinema, iklim değişikliği ve çevre krizlerini işleyen bir medyum olarak eko-distopya türünü kullanarak gezegenimizin geleceği üzerine ciddi sorular sormamızı sağlar. Özellikle son yıllarda artan ekolojik felaketler, sinema yoluyla bu tür hikayelerin anlatımında önemli bir yer tutmuş ve eko-distopyalar, bu krizlere dikkat çekmek için güçlü araçlar olarak öne çıkmıştır. Son yıllarda, politik ve ekolojik krizlerle sarsılan Ortadoğu[1], bu tür öyküler için bereketli bir alan oldu.

Arap Baharı’ndan otoriter yönetimlerin katı denetimine kadar distopik öyküler birçok insanın bu coğrafyadaki deneyimleriyle örtüşüyor. Batı’da distopya, umutsuz bir gelecekten kaçınmak için uyarı aracı olarak kullanılırken Ortadoğu distopyaları, daha çok, devam eden acı verici gerçekliklerin yansımaları.

Ortadoğu’da büyük umutlarla başlayan Arap Baharı, otoriter güçlerin acımasız baskıları sonrası kısa sürede umutsuzluğa büründü. Aradan on yılı aşkın süre geçmesine rağmen Ortadoğu ülkeleri hala yolsuzluk ve yoksullukla boğuşuyor, despot liderler ve elitlerin ekolojik yıkıma yol açan yönetimleri altında eziliyor. Suriye ve Yemen’deki iç savaşlar, Mısır’daki askeri darbenin etkileri, Lübnan’daki kötü yönetimler Ortadoğu halklarının sosyal adalet taleplerini daha da güçleştirdi. Bu zorlu koşullar altında, distopik kurgunun yükselişi kaçınılmaz oldu. Sarah Marusek’in bahsettiği gibi, Ortadoğu’daki pek çok düşünür son dönemlerde, demokrasinin kısıtlanması ve neoliberal küresel ekonominin baskısına karşı bilim kurgunun sunduğu umut dolu dünyalara sığındı (Marusek 2020, s. 4).

Ortadoğu’da güncel distopik kurgunun yükselişi, Mısırlı yazarlar Basma Abdel Aziz’in “Kuyruk” (2013) ve Ahmed Khaled Tawfik’in “Ütopya” (2015) eserleriyle başladı ve görsel sanatlara, filmlere ve TV dizilerine de sıçradı. Tahrir Meydanı’ndaki Arap Baharı protestoları ve Temmuz 2013’te Muhammed Morsi’ye yapılan darbe Mısır’da büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Ancak daha sonra Abdülfettah es-Sisi’nin otoriter yönetimi altında protestolar yasaklandı, özgür ifade cezalandırıldı ve binlerce gösterici ya öldürüldü ya da hapse atıldı.

Otoriter yönetim ve yolsuzluğun pençesindeki Mısır, ciddi çevresel sorunlarla da boğuşuyor; hava kirliliği, nüfus artışı, atık yönetimi ve hayvan hakları gibi konularda zorluklar yaşanıyor. Eski Cumhurbaşkanı Mübarek, çölleşmeyle mücadelenin  gerekliliğine dikkat çekmiş ve yeni bir başkent projesini onaylamıştı. Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi ise Yeni İdari Başkent (NAC) isimli bu projeyi devam ettirdi ve hayata geçirdi. Bu proje, iddia edilen ekolojik ve zorunlu niteliklerine rağmen lüks ve çevre dostu olmayan yapıların belirli bir kesim için genişletilmesine yol açtı. Ayrıca, isyanın merkezi olan Tahrir Meydanı’nın aksine yeni şehrin uzak konumu sayesinde olası ayaklanma riski de azaldı. Günümüzde, bu tür projeler ve otoriter yönetimlerin yol açtığı kentsel ve ekolojik sorunlar, çeşitli filmlerde ve TV dizilerinde ele alınıyor.

‘Mısır yapımı ‘El-Nehaya‘ (Son/2020) adlı TV dizisi, 2120 yılında geçen ve enerjinin yeni para birimi olarak kabul edildiği, eğitimin yasaklandığı ve her şeyin iki büyük şirketin kontrolünde olduğu post-apokaliptik bir toplumu konu alıyor. Dizinin baş kahramanı yazılım mühendisi Zain, dünyanın kontrolünü yarım asır önce ele geçiren tehlikeli bir teknolojiye karşı mücadele eder. ‘El-Nehaya’, Arap şehirlerini ıssız ve post-apokaliptik alanlar olarak gösterirken, bölgede hem yerel yönetimlerin hem de uluslararası şirketlerin uyguladığı neoliberal politikaların yıkıcı ekolojik etkilerini vurguluyor.

Teknolojinin insanlık üzerindeki etkilerini ele alan bir diğer yapım ise Peter Mimi’nin yönetmenliğini üstlendiği “Mousa“(2021) filmi. Mousa babasının ölümünün intikamını almak ve adaleti sağlamak amacıyla robot yapan bir mühendisin hikayesini anlatıyor. Bu icat, mühendisi Mısır yetkilileri tarafından hedef tahtasına oturtur. Film, terkedilmiş kentsel alanların ve Arap şehirlerinin distopik geleceğinin görsel bir sunumudur. Bu tür distopik yapımlar, sembolik anlatımlar aracılığıyla, yönetmenlerin otoriter baskılara maruz kalmadan ifade özgürlüğünü kullanabilmeleri açısından da büyük önem taşır (El Khachab 2021, s. 16).

Lübnan’da 2011’de başlayan ve ‘Onur İsyanı’ olarak adlandırılan protestolar da zamanla bastırılmıştır. Günümüzde Lübnan da Mısır gibi yolsuzluk, artan yaşam maliyetleri ve ekolojik sorunlarla mücadele ediyor. 2015’te Beyrut’taki çöp krizi, binlerce aktivistin protestolarına sahne oldu; hükümetin çöp toplama konusundaki başarısızlığı kenti yaşanmaz hale getirdi. 2019’daki ekonomik durgunluk, kamu sektöründeki yolsuzluklar ve yükselen işsizlik oranları, yeniden sivil hareketlerin alevlenmesine neden oldu. 2020’de Lübnan Limanı’nda meydana gelen büyük patlama, şehrin büyük bir bölümüne zarar verdi ve en az 218 kişinin ölümüne yol açtı. Bu felaket, tarım ve patlayıcı üretiminde de kullanılan amonyum nitratın tutuşması sonucu gerçekleşmişti. Hükümetin bu felaketi önleyememesi, patlamadan sonra protestoların daha da büyümesine sebep oldu. Ağustos 2020’de Başbakan Hassan Diab ve kabinesi, yaşanan olayların ardından istifa etti ancak Lübnan bugün hala yönetim, ekonomi ve çevre sorunlarıyla mücadele ediyor.

Lübnanlı yönetmen Mounia Akl’ın “Costa Brava” (2021) adlı filmi, Beyrut’taki çöp krizinden kaçarak dağlarda ideal bir yaşam kurma umudunu taşıyan bir ailenin hikayesini ele alıyor. Bu film, çevresel felaketlerden kaçışın mümkün olup olmadığını sorgular. Aynı zamanda, bu kaçışın bireysel çabalarla sürdürülebilir bir çözüm olup olmadığına dair önemli soruları da gündeme getirir. Bir diğer Lübnan yapımı olan animasyon filmi “Alephia 2053” (2021) ise dünyanın en otoriter rejimlerinden birine karşı mücadele eden ajanların öyküsünü anlatır. YouTube’da yayınlanan animasyon, gelecekteki bir Arap şehrinin aşırı kentleşmiş görünümünü sergilemektedir. Filmin yaratıcısı Rabih Sweidan, spekülatif kurgunun geçmişten bir kopma çabası olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Arap dünyasında genellikle geçmiş olayları hayal etme eğilimi varken geleceği tasavvur eden teatral ya da sinematografik eserlerin eksikliği dikkat çekiyor (Hage 2021).

İran da son yıllarda distopyalar konusunda benzer bir artış yaşıyor. Ülke, artan nüfus, kuraklık, hava kirliliği, verimsiz doğal kaynak kullanımı ve çevre düzenlemelerinin uygulanmaması gibi sorunlarla karşı karşıya. İran’ın nükleer programı, uluslararası toplum için büyük endişe kaynaklarından birisi. Ayrıca, rüzgar erozyonunun tarım arazilerini çölleştirmesi ve biyoçeşitliliği tehdit etmesi de ciddi bir sorun olarak öne çıkıyor. 2022 yılında Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından artan protestolar, halkın hükümet politikalarına olan derin hoşnutsuzluğunu ve katlanılması güç baskıları da gözler önüne serdi. İran’da yaşananlar, ülkede tür sinemasını öne çıkaran, nispeten yeni bir akım başlattı.

İran sinemasının tarihinde distopya, her zaman önemli bir yer tutmuş ancak tür filmlerinden ziyade genellikle sosyal gerçekçi filmlerde bu temalar işlenmiştir. Günümüzde tür sineması ve geleceğe yönelik betimlemeler, İran’da nispeten yeni bir akım olarak ortaya çıktı. Yönetmen Şahram Mokri, 2017 yapımı İstila (Invasion) filmi üzerine yaptığı açıklamada şöyle diyor:

“Benim neslimin sinematik manzarasında sosyal gerçekçilik ağır basıyordu; fakat bu yaklaşım, hayal gücü ve rüyaları dışlıyordu. Bu eksikliği giderme ve rüyaları yakalama arzusu, bizi yenilikçi bir şeyler yapmaya teşvik etti. ‘İstila’, işte bu sosyal gerçekçilik akımına bir yanıt olarak doğdu” (Fahim 2018).

İstila, uzun süren bir güneş tutulması esnasında meydana gelen bir cinayet ve yaygınlaşan gizemli bir hastalığı konu alan bir gerilim filmi. Diğer yakın tarihli bir İran yapımı olan Ahmad Bahrami’nin Dashte khamoush (The Wasteland/2020) filmi de değişen teknolojilerin etkisi altında kapanmak zorunda kalan bir tuğla fabrikasının işçilerinin hikayesini distopik bir çerçevede sunuyor. Film, modernleşmenin getirdiği değişikliklerin toplum ve doğa üzerindeki yıkıcı etkilerini detaylı bir şekilde inceleyerek teknolojik ilerlemenin insani maliyetini vurguluyor. Son olarak Ana Lily Amirpour’un Dokhtari dar šab tanhâ be xâne miravad (The Girl Who Walks Home Alone at Night/2014) filmi ise terk edilmiş sokakları kullanarak oluşturduğu distopik atmosferle, çağdaş İran’daki kentsel alanların kadınlar üzerinde yarattığı etkiyi gösteriyor. Bu filmler, İran sinemasında distopik temaların çeşitliliğini ve derinliğini vurgulayarak toplumsal ve kültürel eleştirilerin yanı sıra kişisel ve kolektif hayallerin de sinematik bir ifadesini sunuyor.

Ortadoğu’da distopik spekülatif kurgunun yükselişi, bölgedeki değişimleri ve zorlukları yansıtan bir ayna işlevi görmektedir. Bu coğrafyada distopik kurguyu inceleyerek bölgenin kültürel psikolojisi hakkında derinlemesine içgörü kazanmakta, güç ve direniş gibi evrensel temaların sınırlar ötesinde nasıl yankı bulduğunu görmekteyiz. Bu tür, mevcut durumu eleştirel bir bakış açısıyla sunmanın yanı sıra kolektif psikolojinin bir arayışını da sergiliyor. Distopik kurgunun evrimine şahitlik ederken sadece hikayelerin değiştiğini değil, aynı zamanda değişime ilham verme potansiyeline sahip kültürel ve politik bir diyalog alanının da açıldığını görüyoruz.

Kaynaklar

Chihab El Khachab, Making Film in Egypt: How Labor, Technology, and Mediation Shape the Industry

Joseph Fahim, Meet Iran’s genre-smashing filmmaker Shahram Mokri.

Rita Hage, Animated toppling of dystopia takes Arab streaming world by storm.

Sarah Marusek, “Tomorrow and tomorrow and tomorrow: Social justice and the rise of dystopian art and literature post-Arab Uprisings.”

 

[1] Türkiye’de film endüstrisi için Ortadoğu güçlü bir pazar. TESEV’in Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2011 araştırmasına göre bu popülarite ile Orta Doğu halkının Türk kültürüne yakınlığı artarken tatil için Türkiye’yi seçenlerin sayısı da yükseliyor. 16 Orta Doğu ülkesinde yapılan araştırmaya göre katılımcıların yüzde 74’ü en az bir Türk dizisi izlemiş, çoğu birden fazla Türk oyuncunun ismini sayabiliyor. Bu coğrafyada iklim ve çevre meseleleriyle ilgili algıyı anlamak, bu pazara yönelik içerik üretimine ekolojik duyarlılığın dahil edilmesi çabaları için de yol gösterici olabilir.