EKOSİNEMA

Kurmaca Dünyada İklim Krizi Gerçeği 4: Değişen Dünyada İklim Politikaları

Yazan: Merve Selamet

Bir nesil Al Gore’u, “An Inconvenient Truth” filmi ile tanıdı. Bir Amerikan Başkan Yardımcısı çıkıp çok acayip verilere dayanarak bizlere devletlerin küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda bir an önce harekete geçmesi gerektiğini anlatıyordu. Bu konuda devletlerden harekete geçmesini talep etmek de sizin vatandaşlık göreviniz diyordu. Alışık olmadığımız netlikte ve içtenlikte dünya için kendini seferber eden bir lider olarak tanıdığımız Al Gore, o dönemde bilimsel verileri ve grafikleri kullanarak, insan faaliyetlerinin iklim üzerindeki etkisini vurguladı ve küresel ısınmanın gezegen üzerindeki olumsuz sonuçlarını gösterdi. “An Inconvenient Truth”, geniş çapta tartışma yaratarak, iklim değişikliği konusunda kamuoyu bilincinin artmasına katkıda bulundu.

Günümüzde COP28 kararlarını eleştirdiğimiz devlet insanlarının hayatlarına bu olaylar nasıl giriyor acaba hiç düşündünüz mü? Yani mesela onlar acaba bu konuları bir arkadaşları ile nasıl konuşuyorlar? Ya da nasıl dert ediniyorlar, çözüm arıyorlar? Dizi ve filmler bu sorularımıza nispeten cevap veriyor. 

İklim felaketinin etrafımızda gerçekleştiği, bilimsel bir uzlaşmanın olduğu ve yine de seçilmiş yetkililerin harekete geçmediği bir dünyada yaşamak kurmaca dünyada bile gerçek üstü ve şaşırtıcı. Mesela ‘Don’t Look Up’ filminde bu çılgınlık, iklim değişikliğine dünyanın tepkisini eleştirel ama etkili bir şekilde hicveden bir şekilde sunuluyor. Gerçeküstü unsurlarla sert gerçekçiliği birleştiren bir anlatı, özellikle iktidardakilerin yaklaşan iklim felaketi tehdidini nasıl ele aldıklarını eleştiriyor.

Meryl Streep’in canlandırdığı, popülaritesine halkının refahından daha çok önem veren bencil Başkan karakteri, iklim değişikliği konusundaki bilimsel uzlaşı karşısında birçok gerçek dünya liderinin sinir bozucu ilgisizliğini ve eylemsizliğini örneklendiriyor. Film, insan hayatlarını teknolojik ilerleme ve ekonomik çıkarların önüne koyma saçmalığını, ne yazık ki gerçek dünya senaryolarını yansıtarak cesurca gösteriyor.

Bu hikâyenin kahramanları derin kusurlara sahip, bu da filmin inandırıcılığına katkıda bulunuyor. Örneğin; yaklaşmakta olan felaketin büyüklüğüyle başa çıkmaya çalışan ve kaygılarını yatıştırmak için ağır ilaçlar kullanan Kate, iklim krizi farkındalığının ağırlığı altında kişisel ilişkileri de bozulan, özel hayatı alt üst olan bir karakter. Bu, birçok aktivist ve bilim insanının, endişelerinde yalnız hissetmeleriyle bağdaşan bir yön. 

Bir başka merkezi karakter olan Dr. Mindy, ideal bir kahramandan uzak, kendi şeytanlarıyla savaşan ve şöhretin cazibesine kapılan, insanlığın karmaşıklığını ve kusurlarını sergiliyor. Bu karakterlerin hepsi en iyisini yapmaya çalışıyor, ama ne yapacaklarını ya da nasıl yapacaklarını bilmiyorlar.

Filmde bir bakıma, “kamuoyu” da bir karakter olarak işlev görüyor. Suçlama direkt olarak onlara değil, iktidardakilere yapılıyor ama yine de, kuyruklu yıldızın sağlayacağı işler için “destek verenlerin” tasviriyle suç ortağı oldukları gösteriliyor. “Don’t Look Up”, yozlaşmış bir sistem içinde kalarak değişiklik yapmanın mı yoksa bütünlüğü korumak için uzak durmanın mı daha iyi olduğu konusundaki ahlaki ikilemi daha da derinleştiriyor. Bu birçok aktivist ve liderin etik olarak cevabını aradığı bir soru.

Timothée Chalamet’in karakterinin dua sahnesinde ise film, iklim hareketindeki birçok kişi tarafından hissedilen duygusal çalkantıyı yakalıyor. Umutsuzluk ve cesaret karışımı, insan kusurlarını kabul ederken gelecekle kararlılık ve açık kalpli bir kabullenmeyle yüzleşme arzusunu ifade ediyor. “Don’t Look Up”, iklim bilimcilerinin ve aktivistlerinin çabalarına bir kabul ve saygı gösterisi olarak hizmet ediyor, iklim krizini ele alma konusunda kendilerini adayanlara derinden yankılanıyor ve çabalarının, bazen boşa gibi görünse bile, değerli ve gerekli olduğunu hatırlatıyor.

Bu konuda örnek olarak başka bir yapıma geçecek olursak Madam Secretary dizisinde Dışişleri Bakanı Elizabeth McCord’un karşılaştığı politik ve diplomatik zorluklar, Mikronezya adasının lideri ve halkının kültürel ve duygusal mücadelesi, ve inancı ile iklim eylemine çağrı arasında mücadele eden bir papazın kızı Ruby’nin kişisel yolculuğu derken iklim değişikliğine neden olan pek çok olayı iç içe görüyoruz.

Dizi bu yönüyle dünya liderlerinin iklim krizinin sonuçları vatandaşlarının yaşamlarını giderek daha fazla etkilemeye başladıkça karşılaştıkları ahlaki ve etik ikilemlere de ayna tutuyor.

Dizinin bir bölümünde Dışişleri Bakanı Elizabeth McCord, Mikronezya’daki küçük bir ada ülkesinin lideriyle çalışarak büyük bir fırtına adayı yok etmeden önce tüm nüfusu tahliye etmeye çalışıyor. Anlaşılabilir bir şekilde, adalılar, özellikle Elizabeth gibi bir dışarıdan gelen birinin isteği üzerine evlerini ve kutsal dini yapılarını terk etmeyi reddediyor. Liderleri de bölünmüş durumdadır; halkını kurtarmak istiyor ancak onlardan ayrılmalarını istemek için hakkı olup olmadığını düşünüyordur. 

Burada Elizabeth’in hikayesi, uluslararası diplomasi ve çevresel felaketler karşısında liderlerin yapması gereken yürek burkan kararların karmaşık gerçekliklerini vurguluyor. Mikronezyalı lider ve halkının karşılaştığı ikilem, iklim değişikliğinin insan maliyetini dokunaklı bir şekilde temsil ediyor ve topraklara ve kültürel mirasa olan derin bağlılığın tahliye kararlarını nasıl karmaşıklaştırdığını gösteriyor.

Ekranların bir başka hikayesi The West Wing dizisinde ise iklim değişikliği ve çevre politikaları, özellikle Beyaz Saray’ın bu konulardaki yaklaşımlarını ve politika yapım süreçlerini ele alıyor. Dizi, çevresel sorunlara dair bilinçli bir yaklaşım sergileyerek, bu konuların hükümet politikaları üzerindeki etkisini dramatize ediyor. Örneğin, bir bölümde, Başkan Jed Bartlet ve ekibinin, küresel ısınma ile mücadele için uluslararası bir anlaşmayı destekleme kararı alışı ve bunun politik sonuçları üzerine odaklanılıyor. Dizi, çevre politikalarının karmaşık doğasını ve politik arenada bu konuların nasıl ele alındığını gösterirken perde arkasındaki kirli olayları da göstermekten çekinmiyor.

Bir dönemin ünlü politika dramı “House of Cards” dizisinde ise iklim politikası ile ilgili sahneler genellikle, politik manevralar ve güç oyunları bağlamında işleniyordu. Dizide, Frank Underwood ve diğer karakterler, çevre koruma ve temiz enerji politikaları gibi konular üzerinde çekişiyorlardı. Bu bölümlerde, çevreci grupların baskısı ve iş dünyasının çıkarları arasındaki dengeyi sağlama çabaları daima ön plandaydı. Karakterlerin bu politikaları kendi lehlerine nasıl kullandıkları ve bu süreçte karşılaştıkları zorluklar detaylı bir şekilde gösteriliyordu. Dizi, iklim politikasının karmaşıklığını ve siyasi arenadaki çekişmeleri dramatize ederek gösteriyordu. 

Frank’in ölümünden sonra gücü eline almak isteyen Claire Underwood, çevre ve iklim politikaları konusunda önce aktivistleri yanına almaya çalıştı. Ardından iş dünyasını aktivistlerle aynı masada bir araya getirerek kazanmak için birlikte mücadele etmenin önemini gözler serdi. Ancak bu tabii ki ilahi bir amaç uğruna değildi. Hepsi Claire Underwood’un mutlak gücü elde etmesi için küçük bir araçtı. Dizi bu hamlelerle uzun süre bu konular hakkında oluşturulan gündemlere şüphe ile bakılmasını sağlayacak kadar çok masalarda dönen kirli anlaşmalara odaklandı. 

Bu iç içe geçmiş hikayeler, küresel politikalar ve doğal afetlerin makro ölçeğinden bireysel inançlar ve ilişkilerin mikro ölçeğine kadar iklim krizinin çok yönlü etkilerini incelemek için güçlü bir anlatı aracı olarak hizmet ediyor. Bu hikayeleri anlatanlar oldukça, iklim krizi konusunda farkındalığımız gelişecek, krizle baş etme becerilerimizi geliştirecek.